Dündar'ın annesi: Kokusunu özledim

53 gündür cezaevinde olan Can Dündar'ın annesi Öznur Dündar: Oğlumun sıcaklığını özledim, gülüşünü özledim, kokusunu özledim. Orada kalmasına gönlüm razı olmuyor...
Hürriyet Pazar’dan Ayşe Arman, Can Dündar’ın annesi Öznur Dündar ile konuştu.

ÜZGÜNÜM, ENDİŞELİYİM, ÖFKELEYİM, KIRGINIM

Öznur Teyze, oğlunuz 53 gündür içeride. Ne hissediyorsunuz?


- Anneyim ben… Üzgünüm, endişeliyim, öfkeliyim, kırgınım… Hepsi… O, benim biricik oğlum. “Ben biliyorum, millet de okusun, bilsin her şeyi” diye ayna tuttu. Yaptığı bu. Bir gazeteci olarak görevini yaptı. Ben oğlumla gurur duyuyorum. Can dürüsttür, iyi bir gazeteci, iyi bir insan ve iyi bir adamdır… Ne mutlu bana ki, “Benim oğlum, adam gibi adam” diyebiliyorum. Bunu okuyucuları da biliyor, herkes biliyor. Dünyanın her tarafından gelen destekler, beni fevkalade mutlu ediyor…

Ama tabii çok sarsıldınız…

- Hem nasıl. Sarsılmaz mısın evladım? Sürekli ilaç alıyorum. Çünkü uyku tutmuyor. Yediğim her lokmada oğlumu düşünüyorum, “Ne yiyor acaba” diyorum. “Acaba üşüyor mu” diyorum. Anneyim ben. İyi bir anneyim diyemem, bunu oğluma sormak lazım. Ama benim oğlum, iyi bir evlat. Ben onun başarılarıyla gurur duyuyorum. Sadece gurur duymuyorum, oğluma saygı da duyuyorum. Cesaretine, duruşuna…

İddianame bile açıklanmadan, “Suçu budur!” demeden, 50 küsur gündür içeride… Mahkemeye kadar hapiste tutmak ne anlama geliyor sizce?

- Artık herkes biliyor ki, bu yeni bir cezalandırma yöntemi. Bir süredir tanık oluyoruz... Gözdağı vermek… “Siz de yaparsanız, bak başınıza gelecek budur!” demek… Tecritteydi oğlum, neyse ki şimdi Erdem’le beraberler. Ama şunu da söyleyeyim: Benim oğlum oradan aslanlar gibi çıkacak. Üstelik bir sürü yeni şey üretmiş olacak. Zaten kitap yazıyor içeride…

Bu ülkenin yarısı, onun gazetecilik mesleğini icra ettiğini düşünüyor ve gurur duyuyor, bir kısmı da onu vatan haini olmakla suçluyor. Ne diyeceksiniz?

-Vatan hainliği nasıl söz! Asla! Böyle bir şey söz konusu bile değil, olsa, yurtdışından gelir miydi? Biliyordu bu davaları, orada kalırdı, istediği her memlekette kalabilirdi. Oğlumu tanıyanlar asla böyle bir şey düşünemez. İşin tuhafı ne biliyor musunuz?

Ne?

- Yarın bunu düşünenlerin başına, Can’ın başına gelen gelse, onları savunacak ve ilk ziyaret edecek olan da benim oğlum olur. Bunu da bilsinler.

Gazeteciler Günü’nde Cumhurbaşkanı, “Gazeteciler özgür olmalı, basın özgür olmalı. Basın özgür olursa ülke de özgür olur” dedi. Can ve Erdem içerideyken, siz bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Çelişkili! Gördüğünüz gibi kimse özgür olamıyor. İstediklerini yazdırmak istiyorlar. Yazmayanların başına gelen bu…

İnsanların genelinde bir yorgunluk, bıkkınlık söz konusu… Ve bir ümitsizlik hali…

- Evladım, korku bunun adı! Artık herkes birbirinden korkuyor. Dışarıya çıkmaktan korkuyor. İnsanlar başımız belaya girmesin diye apolitik oluyor. Bırak siyasi görüşünü, tuttuğu takımı bile söylemiyor…

Siz bir anne olarak, “Ah keşke yazmasaydın!” diyor musunuz? Böyle şeyler geçiyor mu aklınızdan?

- Valla, geçse bile, benim oğlum kendi kararlarını kendi veren, akıllı bir çocuk. Ne yaptığını biliyor. Benim herhangi bir şey söylemem beyhude olur. O ne istiyorsa onu yapacaktır, ama ben her zaman çocuğumun arkasındayım. Cansa, can da veririm oğluma… Evladım için yapmayacağım hiçbir şey yok. İçeri bile girerim, ötesi var mı?

Kaç yaşındasınız Öznur Teyze?

- 75.

Harika! Çok zinde ve sağlıklı duruyorsunuz!

- Teşekkür ederim. Devlet dairesinden emekli oldum, kendi emekli maaşım var, eşiminki de alıyorum, hiçbir şeye ihtiyacım yok. Aslanlar gibi de bir oğlum var...

Sizce ne kadar içerde kalır? Herhangi bir öngörünüz var mı?

- Valla, ben beklemedeyim. Oğlum her an çıkabilir diye bekliyorum. Umudumu asla kaybetmedim, kaybetmeyeceğim de… Ben onu davulla, zurnayla karşılayacağım. Buradan otobüsle gideceğim oğlumu almaya…

Cumhurbaşkanı’na söylemek istediğiniz bir şey var mı?

-“Senin de çocuğun var!” demek isterim, o kadar. Başka hiçbir şey söylemek istemem.

Batı’nın bu kadar desteklemesi umut veriyor mu size?

- Elbette. Onlar, insan kıymeti biliyorlar. Bizimse, insan harcamada üstümüze yok…

Cezaevi koşullarıyla ilgili en çok neye takıyorsunuz?

- Ne yiyor, ne içiyor buna takıyorum. Bir de ben, bir kere gittim Silivri’ye. Çok soğuk bir yer orası. Girerken bile, “Burada benim kalbim durur herhalde!” dedim, o kadar soğuk. Dayanamadım o demir kapılara filan. Ben oğlumu niye burada görüyorum dedim, her şey birden anlamsız geldi. Ama ağlamadık… Bana, “Çok iyiyim sakın merak etme. Rahatım, gayet verimli çalışıyorum” dedi. Ama işte ben sonra sigaraya başladım.

Yapmayın!

- Evet.

Eğer az içiyorsanız, günde üç-dört tane, bir şey olmaz!

- Ne münasebet!

Ha anladım, siz yapınca tam yapıyorsunuz…

-E bir şeyler yapmam lazım. Oğlum çıktığı zaman, ben de sigarayı bırakacağım. Ama o çıkana kadar içeceğim…

CAN CEZAEVİNDEN ÇIKINCA BENDEN SAĞLIKLISI, BENDEN MUTLUSU OLMAYACAK

Eşinizle nasıl tanıştınız?

- Ben Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nda Sıtkı Yırcalı’nın özel kaleminde çalışıyordum. 19 yaşındaydım. Rıza da Özel Kalem’in arkadaşıydı. Gelip gidiyordu…

Gördü tabii fıstık gibi kızı…

- (Gülüyor) Evet, orada tanıştık.

Nesi sizi etkiledi Ali Rıza Bey’in?

- Dürüstçe söylemek gerekirse, önce fiziği etkiledi. E zaten bir halt bilmeyen, küçücük bir kızdım. “Gözü açılmamış sığırcık yavrusu” diyordu kocam bana. Ne aşk bilirdim ne evlilik… O benden 11 yaş büyüktü...

Peki sizin aile Ankaralı mı?

- Evet ama babam Kırım’dan gelmiş. Tatarız biz, gözler ondan çekik. Anne ise Çubuklu, ama ‘Çıbık’ diyeceksin, yoksa kızıyorlar. Beş kardeşiz, ben hayata erken atıldım. Hep de devlet memuru olarak çalıştım. Sonra da çok şık giyinen, yakışıklı, dağ gibi Ali Rıza Bey’le evlendim. 59’da evlendik. Ve tam 50 yıl evli kaldık!

Vayyyy! Ne güzel…

- Evet, hayatımız roman gibi. Ama 50 yıl sonra kocam rahatsızlandı, birkaç sene baktım, beş yıl önce sizlere ömür, vefat etti. Pek çok badire atlattık birlikte. Mesela 66’da, Can beş yaşındayken, bir araba kazası geçirdik, Can benim kucağımdaydı. Tandoğan’da bir araba bize çarptı. Hani Can’ın alnında bir dikiş izi vardır ya, işte o kazadan kaldı. Ben de beyin travması geçirmişim, 10 gün komada kalmışım, benden umut kesmişler aslında. Verilmiş sadakamız varmış, hayatta kaldık… Can o zaman hiç unutmam, kalkamıyorum diye etajere ip bağlıyordu, elime veriyordu, “Anne çekersen açılır, kalkmana gerek yok” diyordu, küçücük çocuktu ama hep düşünceli ve duyarlı bir çocuktu. Evet, küçüklüğünden beri edebiyata meraklıydı, hep çok okurdu. Ama bunun dışında mesela benim anneme çok yardım etmiştir. Merhametlidir. Büyüklere, yaşlılara sevgisi-saygısı çoktur. Benim bile bilmediğim, yardıma muhtaç olan o kadar çok insana el uzatmıştır ki. Tüm bunlar benim için oğlumun bilgili olmasından daha önemli. Kalbi iyidir benim oğlumun…

Can küçükken birlikte yapmayı en çok sevdiğiniz şey neydi?

- Kitap okurduk birlikte… Yüksek sesle. Daha doğrusu ben okurdum. “Ayol” derlerdi, “Bu çocuk daha 1.5-2 yaşında, ne anlayacak…” Olsun, ben hep okudum. Can da cin gibiydi, anlamamış gibi dururdu, sonra, “Orayı atladın!” derdi.

Babasıyla ilişkileri?

- Benimle daha samimiydi. Babayla daha mesafeli olunuyor ya… Çünkü erkekler duygularını belli edemiyor, eşim de öyleydi. Ama hastalığı döneminde Can’la yakınlaştılar. Birbirlerine yıllar içinde söylemedikleri, içlerinde kalan her şeyi söylediler.

Peki Can’ın gazeteci olma macerası…

- Ben Basın Yayın’da çalışıyordum. Can da gidip geliyordu. Belki de orada etkilendi. Gazeteci olmaya karar verdi. Zaten 19 yaşında, Nokta Dergisi’nde Yazı İşleri Müdürü oldu. O görevi devraldı, küpur kesmekten terfi etti. Can, bu mesleğin her kademesinde çalıştı...

En çok yaptığı neyle gurur duydunuz?

- Pek çok şey! Aldığı ödüllerle, belgeselleriyle, yazılarıyla… Ama bir şey var hiç unutmam: Nokta’dan önce de ansiklopedi pazarlıyordu. Biz de babasıyla “Niye yapıyorsun” diyorduk. Ama o, kendi parasını kazanmak istiyordu. Bir gün çalıştığım yere geldi ve bana bir hediye getirdi. Vakko’dan bir çek. İlk kazandığı parayla böyle bir hoşluk yaptı bana. Çok ağladım.

Ara ara çocuğunuza eleştiriler de geldi, ‘Mustafa’ belgeselin de olduğu gibi… O zaman ne hissettiniz?

- Ben neden öyle eleştirdiklerini anlayamadım. O belgeselde Atatürk’le ilgili kötü bir şey yoktu ki. Hepimiz insanız, hepimiz bir şeylerden korkamaz mıyız? İçki içemez miyiz? Sigara içemez miyiz? Yalnız bir adam değil miydi Atatürk? Yalnızdı tabii. Hepimiz biliyoruz. Ben bu eleştirileri hiç anlayamıyorum ama herkesin fikrine hürmet ediyorum.

Can, çok üretken bir adam aynı zamanda. Bu çalışkanlığını sizce neye borçlu?

- Ben de bilmiyorum. Bir hiperaktiflik de var çocukta, sürekli üretiyor. Aynı anda bir sürü şey yapabiliyor. Ortaokuldaydı Can, Günaydın Gazetesi’ne götürmüştüm, orada bir gazeteciyle görüştü. O da Can’a dedi ki, “Gazeteci olabilmen için en az iki dil bilmen lazım. Üniversite mezunu olsan iyi olur. Araban da olsa fena olmaz. E tabii bir de daktilon olacak. Ve merak duygun…” Bence Can, taa o zaman kafasına koymuştu. Babası da hep bir yabancı dil bilmesini istiyordu. Can, Basın Yayın’a girdi, oradan mezun oldu. Sonra Londra’ya gitti, döndü, ODTÜ’ye müracaat etti, sınavlara girdi ve Siyaset Bilimi üzerine yüksek lisans yaptı. Biz anne-baba olarak Can sayesinde hep çok güzel günler gördük!

Oğlunuzla ayrı düştüğünüz herhangi bir konu var mı?

- Var.

Nedir?

- Oğlum insanlara güvenir. Ben öyle değilim. Onun kadar kolay güvenemiyorum. İnsanları seviyorum ama onlara her zaman inanmıyorum. Kazık atar insanlar. Pek çok kez yaşadım ben. Can ise bana göre çok daha iyimser.

Sizce belgesellerinin başarısının sebebi ne? Herkes yapıyor ama Can’ınki gibi asla olmuyor…

- Çünkü Can, o belgeseli yaparken yaşıyor. Onun için.

Peki siz onun sadece biyografiler yazan, belgeseller yapan bir adam olmasını mı tercih ederdiniz?

- Hayır etmezdim, oğlumun tercihlerine saygım var.

Bu olay üzerine tansiyonunuz yükselince, “Ya sağlığıma bir şey olursa” diye korktunuz mu?

- Yok canım, kendi adıma değil, oğlum adına korktum. “Bir de ölürsem, cezaevinden izin alamaz. Gelemez cenazeme, kahrolur” diye düşündüm. Oğlumu üzmek istemem, o yüzden sağlığıma daha fazla dikkat ediyorum. O cezaevinden çıkınca, benden sağlıklısı, benden mutlusu olmayacak…

BÜTÜN BABALARA SESLENİYORUM

Babası rahatsızlandığında Can, onunla çok ilgilendi. İnanılmaz güzel bir diyalogları oldu. Her zamankinden daha çok yakınlaştılar. Babaların, böyle ketum bir hali oluyor. Yazıktır. Buradan bütün babalara sesleniyorum: Niye çocuğunuzu sevdiğinizi söylemiyorsunuz? Niye bunu hep erteliyorsunuz? Niye çocuklarınızı uyurken seviyorsunuz? Yol yakınken çocuklarınızı okşayın, sevin, sarılın, kucaklayın. Sevdiğinizi her fırsatta gösterin. Benim eşim gibi hayatınızın sonuna saklamayın çocuğunuza duyduğunuz sevgiyi…

EGE, BANA İKİNCİ BAHAR HEDİYESİ

Torunum Ege’yle ilişkim çok güzel. Ege, bana bir ikinci bahar hediyesi oldu. Birlikte çok güzel günler geçirdim. Allah kısmet ederse daha da geçireceğiz. Ege de babası gibi sevgi doludur. Gelinim Dilek de bir tanedir. Çok tatlıdır. Beceriklidir. Hep dik durur. Onuna da çok gurur duyuyorum. Şu an Hollanda’da, Can’a verilen bir ödülü almaya gitti.

    :

    :

    :

    :

    "Dündar'ın annesi: Kokusunu özledim" hakkında Tweetler

    DİĞER GÜNDEM HABERLERİ

    KARŞI VİDEO
    https://twitter.com/KarsiGazete