Günün Videosu

Ünsal Ünlü: Güçler ayrılığının olmadığı bu ülkede başınıza her şey gelebilir

Türk medyasının bazen dramatik ama çoğu zaman trajikomik hallerini bir bilene sorduk. Tecrübeli gazeteci Ünsal Ünlü, Karşı Gazete’nin sorularını yanıtladı…

Kemal KURUMAHMUT | RÖPORTAJ | KARŞI GAZETE

Tecrübeli ve ‘ısrarcı’ gazeteci Ünsal Ünlü, Ankara’da 27 yılını bu mesleğe vermiş. Bunu yeterli görmemiş olacak ki AKP iktidarının medya üzerinden yoğun baskı kurduğu şu dönemde bile alternatif yöntemler geliştirerek gazetecilik motivasyonunu korumaya niyetli olduğunu gösteriyor.

“Başımıza icat çıkarma” diyenlerin aksine ait olduğu topraklardan yani Anadolu’dan yaptığı bir alıntıyla; “icat, ihtiyaçtan doğar” diyor ve “mesleği sen mi kurtaracaksın?” kolaycılığıyla haber yerine basın bülteni yazmayı içine sindirenlere adeta meydan okuyor…

Ünsal Ünlü’ye Hürriyet’in dramından MHP’nin kurultay açmazına kadar bir dizi soru sorduk. Daha çok “ne olacak bu medyanın hali?” sorusuna cevap aradık.

Periscope yayınlarından aşina olduğumuz samimi ve bir o kadar da dobra üslubuyla Ünsal Ünlü bildiğiniz gibi. İşte sorularımız ve Ünlü’nün cevapları…

Ana akım medyanın amiral gemisi addedilen Hürriyet'in özellikle 1 Kasım seçimlerinden sonra yapmış olduğu tasfiyeleri, havuzdan yapılan atamaları ve şu an yaptığı haberciliği(!) nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ana akım medya Türkiye’de öyle bir hale geldi ki artık, durum eskisinden çok farklı. Yani eskiden Türkiye’nin ana akım medya diye adlandırılacak bir medyası yoktu. Türkiye’de zaten bir tane akım vardı. Patronaj yapısının belli olduğu, zaman zaman çok sert eleştirildiği ama buna rağmen de herkesin üç aşağı beş yukarı birbirini tanıdığı bir medya… Şimdi öyle değil. Şimdi bahsedilen bir yandaş medya olunca karşısında aslında ana akım diye kastedilen medya, yandaşa yakın ama tam onun içinde olmayan medya gurubunu kastediyor. Böyle bakacak olursak Hürriyet’in amiral gemisi konumu şu an için aslında hala tartışılmayacak şekilde duruyor.
 
ARTIK ANA AKIMDA OLMANIN KOŞULU YANDAŞA YAKIN OLMAK

Geçen ay yapılan bir araştırmada, okumuşsundur sanırım; Hürriyet, her görüşten insanın en rahat okuduğu gazete olarak adlandırıldı. Benim de iddia ettiğim, yayınlarımda da çok sık vurguladığım bir şey bu. Ama öyle bir noktaya geldik ki biz; bir takım yerleştirmelerle, gazetenin içine yerleştirilen insanlarla birlikte aslında tam dediğim yerde, ana akım medyanın içinde, yandaş medyaya yakın. Ana akım medyada olmanın artık koşulu bu. Bir takım gazetelerin dışına çıktılar bunlar, dışarıda duruyorlar. O yüzden de şimdi Hürriyet’in geldiği nokta çok şaşırtıcı değil.  Eskiden sadece patronaj yapısıyla yorumlanırdı. Patronların medyadan başka işi olduğu zaman bu kaçınılmaz. Adam ihaleye giriyorsa, devletle çalışıyorsa bir şekilde medyasında devletin kontrolü öyle ya da böyle, en azından nazı geçecek. Şimdi öyle değil. Mesela en son yapılan bu Petrol Ofisi ile ilgili haberin yapılma sıralaması bile aslında Doğan Grubu’na bir operasyonun geldiğini, Doğan grubunun içinde Hürriyet’ten başlamak üzere yönetici yapısının değiştiğini anlatıyordu zaten bu camia için. Zamanlama şaşırtıcı olmadı normal yani.
 
Cengiz Çandar, “Doğan Grubu rükûdaydı, secdeye geçmeden yere kapaklandı. Radikal'in kapatılmasının sebeplerinden biri benim” dedi. Doğan grubunu,  bu denli radikal yayın politikası değişikliğine iten sebepler neler? Bu bir dram mıdır? Cengiz Çandar, Ezgi Başaran,  Murat Yetkin, Şükrü Küçüksahin, Eyüp Can'dan Abdülkadir Selvi'ye bir dram olarak görüyor musunuz?

Az önce dediğim gibi bu şaşırtıcı değil. Eskiden bu işler bu kadar kör göze parmak yapılmazdı. Şöyle bakalım, yayın politikası diye bahsettiğimiz şey insanlarla yürüyen bir şey.

GAZETELER ‘HABER’ YERİNE ‘BASIN BÜLTENİ’ YAYINLIYOR

Bizim gazete diye bahsettiğimiz şey, bugün bu camianın içerisinde uzun süredir bulunan insanların gazete diye bahsettiği şey aslında herkesin kafasındaki; gazeteyi sattıran adamlardır. Haberle gazetenin yürümesi, Türkiye’de çok sık yaşanan bir şey değil. Muhabir başarısı, çok fazla olan bir şey değil. Ama şimdi haber olarak adlandırabileceğimiz şeylerin yayın sıklığı o kadar düştü ki, gazetelerin yayınladıkları şeyler genelde basın bültenleri. Yani Cumhurbaşkanının kabulleri, kabullerde söyledikleri, bunlar haber değil…

CUMHURBAŞKANI KARŞI’DA YAZACAK DEĞİL YA!

Köşe yazıları zaten talimatla yazılan şeyler. Sabah gazetesinde artık yeni bir doruk gördük. Ama normal yani Cumhurbaşkanından da Karşı Gazete’de yazmasını da bekleyemeyiz (gülüşmeler). Sabah Gazetesi’nde yazacaktır. Böyle baktığın zaman aslında birilerinin gitmesi, yerine başka birilerinin gelmesi çok doğal. Mesela şu beni çok daha fazla üzüyor. Cengiz Çandar gibi Ortadoğu’yu 40 yıllık tarihiyle birlikte çok iyi bilen, oradaki ilişkileri, dengeyi çok iyi bilen bir adamın gitmesinin ardından Hürriyet’te şu an Ortadoğu politikası yazabilecek hiç kimse yok. Hürriyet’ten asıl tasfiye edilen isimlerin başında Fehim Taştekin geliyor mesela. Biz Suriye’de ne olup bittiğini Fehim Taştekin’den okuyabiliyorduk. Artık okuyamıyoruz.

Geçmişte Ferai Tınç’ın yazdığı köşeyi bugün dolduran bir gazeteci var mesela. O Cumhurbaşkanının uçağından yaptığı haberlerle aslında analiz yapmıyor. Orada konuşulanları anlatıyor. Onun da yapabileceği çok fazla bir şey yok. Bunların ayrılması o açıdan bence son derece önemli.

Murat Yetkin gibi bir adam, hala Hürriyet Daily News’in başında. Tamam, ama Radikal gibi bir gazete kapandıktan sonra fikir hürriyeti de Türkiye’de çok ciddi darbe aldı. Bu adamların orada anlattıkları sokaktaki insanların fikir oluşumuna çok katkıda bulunuyordu. Ne olup bittiğini insanların anlayabileceği bir dilde yazıyorlardı. Tepeden bakışlı bir yazı tarzları yoktu hiç. Şükrü Küçükşahin’in Hürriyet’ten ayrılması aynı şekilde.  Bizim camiada en kıdemli parlamento muhabiridir. Çalışan, vazifesinin başında Şükrü’den daha kıdemlisi yoktu. Şükrü’nün oradan ayrılması demek, siyaset tarihinin, parlamentoda yapılan siyaset ve onun tahlilinin eksik kalması demek. Çünkü gazetecinin bir de şöyle bir amacı vardır. Ben de yayınlarda onu yapmaya çalışıyorum. Yaşadıklarınla o gün yaşananı karşılaştırıp tecrübenle de bir şey koyarsın ortaya. O olmak zorunda. Bunların eksikliği bunu getirecek. Artık o yok, olmayacak. Bülent Mumay aynı şekilde. Adamla oturup bir kahve içmişliğimiz bile yok ama Hürriyet’in internetteki etkinliği medya dünyasına bambaşka bir şey getirdi. O yüzden bunlar hep medya için eksiklik aslında. Sadece onların gidişi gibi düşünmemek lazım. Mesela Hasan Cemal dün “Sevgili Cengo'nun vedası...” diye Cengiz Abiye (Çandar) veda yazısı yazdı. Orada anlattığı hikâye, geçmişte beraber yapılan hataların özeleştirisi. Bizim artık bunları yaşamamamız lazım. AKP iktidarının yerleşmesi döneminde Hasan Cemal’in de Cengiz Çandar’ın da verdiği kredinin ne kadar büyük olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama şimdi tasfiye onlara da uzandıktan sonra bu söylediklerinin asından ikna edici yönü azalıyor. Hâlbuki onlar keşke kalsaydı medyanın içinde. Keşke sadece Ortadoğu tahlillerini yazabilselerdi. İhtiyacımız var. Yapabilecek kimse yok ki. Yok, yeni adam gelmiyor altlarından.



BİR GARİP RACON: ONLAR GAZETECİLİKTEN YATMIYOR!

Tutuklu gazeteciler konusunda Can Dündar ve Erdem Gül ile somut, kolektif bir tepki dile getirildi ve sonuç alındı da diyebiliriz. Medya mahallesi biraz ikiyüzlü mü? Bunu Kürt ve cemaat medyasından isimler özellikle sosyal medyada dile getirdi.

33 Gazeteci hala tutuklu. Bu konuda baştan beri bir samimiyetsizlik vardı. İnsanlar bunu değerlendirirken benden olan veya olmayan şeklinde bakıyor. Bakışların altında mutlaka bu var.  Şimdi bu tutuklu gazetecilerin çok büyük bölümü Kürt gazeteciler ve herkesin bakışının dibinde şöyle bir şey var; “acaba bunlar gazeteci miydi?”. Hâlbuki temelde bizim söylediğimiz neydi? Medya hürriyeti, basın özgürlüğü, yazıp-çizme, anlatabilme, ifade edebilme özgürlüğü… O açıdan bakıyor olursak eğer;  evet, içlerinden bazılarının örgüt operasyonunda ele geçirildiği söyleniyor da bu insanların yapılan soruşturmaların sonucunda ne olduğunu, ne iddia edildiğini bizim açık açık görmemiz lazım. Oysa göremiyoruz ki! Avrupa’dan bir yetkili, Avrupa Birliği ya da Avrupa Parlamentosu yetkilisi geldiği zaman ve bunu bize sorduğunda sadece bir şey diyebiliyoruz. Adalet Bakanı diyor ki; onlar gazetecilikten yatmıyor. Hemen sonra Başbakan diyor; onlar gazetecilikten yatmıyor. En son Cumhurbaşkanı raconu kesiyor; onlar gazetecilikten yatmıyor! E tamam da neden yatıyor? Anlat o zaman bize. Biz hiçbir şey bilmiyoruz.

UMUT NÖBETİ SADECE CAN VE ERDEM İÇİN TUTULDU

Erdem ile Can’ın olayında şöyle bir şey oldu; tabii ikisi de kamuoyunun iyi tanıdığı insanlar. Özellikle de Can. Yaptıkları haberlerle de iyi tanıdı insanlar. Figür olarak da aslında toplum özellikle Can’dan bahsediyordu. Yani Türkiye’de katı laikçi, Ulusalcı kesimin hala Mustafa filmini unutmadığını biz de unutmayalım. İnsanların kafasında öyle bir Can Dündar imajı var. Ama bir yandan da Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni. Yani bu kitlenin de okuduğu gazetenin genel yayın yönetmeni. Diğer tarafta Erdem; yıllardır tanıdığım bir gazeteci arkadaşım. Gazeteci, yani bildiğin bir muhabir. Cumhuriyet’in Ankara temsilcisi, evet ama hala muhabir ruhunu kaybetmemiş bir adam. Şimdi bunlarla öne çıktığı zaman bunun kamuoyu yaratması çok mümkündü ve yarattı da o kamuoyunu. Sen de bahsediyorsun, tuttun Umut Nöbeti’ni ama nöbet bittiği andan itibaren hiçbir şeyin olmaması aslında beklenmesi gereken bir şeydi. Çünkü oradaki nöbet gerçekten Can ve Erdem için tutuluyordu. Türkiye’deki tutuklu gazeteciler sorunuyla alakalı değildi. Çünkü herkesin kafasında senin gazetecin, benim gazetecim ayrımı var hala. Bakma insanlar yok diyorlar ama buna bizi inandıracak hiçbir şey de yok. Bu her kesimden insan için geçerli. Solcu da böyle bakıyor olaya, sağcı da böyle bakıyor. AKP’lisi de böyle bakıyor, CHP’lisi de böyle bakıyor. Yani bugün bu adam acı çekiyor, kim olduğuna bakmadan yanında olmalıyım, çünkü hakkının gasp edildiğine inanıyorum diyen insan sayısı yüzde 1 bile değildir herhalde. Kesinlikle bir samimiyetsizlik var!

“GAZETECİ DEĞİLLER, EMİR-KOMUTA ZİNCİRİ VAR”

Gayrimeşru kaynaklarla kurulan, finanse edilen ve ‘havuz’ dediğimiz bir medya var ve medya etik kuralları konusunda vurdumduymazlar. Bunu nasıl izah edersiniz?

Medya yok ki etiği olsun. Geçmişte de bunun örnekleri vardı ama geçmişte genelde fikir kavgaları oluyordu. Ben gazetecilik mastırı yaparken ‘basın kavgaları’ üzerine bir çalışma yapmıştım. Oradakilerin tamamı fikirsel kavgalar. Ama şimdi öyle değil. İktidar kendi medyasını oluştururken öyle yanlış bir yöntemle oluşturdu ki, geçmişte yaşanan tecrübelerden, özellikle 28 Şubat tecrübesinden hareketle çok ağır bir travma yaşadığı için, Türkiye’de ‘mütedeyyin kesim’ diyeyim tırnak içinde, oradan büyük bir intikam hissiyle çok sert, çok rijit bir medya oluşumuna gittiler. Burada insanların gazeteci olup olmamasına hiç bakılmadı. Burada sadece emir-komuta zincirinde çalışacak mı çalışmayacak mı ona bakıldı. Bir kademe sonrasına geçildiğinde bakıldı ki bu televizyonlar, bu gazeteler zarar ediyor. Sürekli zarar ediyor. Çünkü yaptıkları gazetecilik değil. O zaman ikinci bir yöntem bulundu; abonelik sistemi. Abonelik sistemi üzerinden insanlara zorla gazete dağıtılmaya başlandı. Bir milyonluk tiraj gördük mesela. Hangi bir milyon? Yani 78 milyon insanın yaşadığı, yılda üç buçuk milyon kitabın okunduğu bir ülkede hangi bir milyonluk tirajdan bahsediyorsunuz? Ama herkesin bildiği bir sır olarak kaldı. Herkes biliyordu kimse konuşmuyordu. Ondan sonra gelinen noktada artık gidecek deniz kalmadığı için bu sefer yapılmaya çalışılan şey tamamen ‘ya bendensin ya değilsin gazeteciliği’ydi. Bunun içinde bir takım gazeteciler yer aldı. Hala iktidara çok yakın gazeteler ve televizyonlarda çalışan ‘gazeteciler’ var. Ama onlar gazeteci kimliğiyle var değiller orada. Olma şansları yok.

HABERİN OBJESİ HABERE YÖN VERİYOR

Gazetecilikte çok temel ilkedir; haberin, haber olacak nesnenin dışarıdan görünüşüyle yapılması gerekir. Oysa bugün bizim haber olarak değerlendirdiğimiz pek çok şey, haber yapılması gereken pek çok şey doğrudan iktidar eliyle yapılan ya da yapılmaya çalışılan şeyler. Bunların haberini yapamıyorsun ki. Çünkü haberin objesi zaten bizatihi habere yöne veren adam. O haberden bir yere yürüme şansın yok senin. Haber oluşum aşamasında kapatılıyor. Ama şu bence kesinlikle olacak; iktidar medyası televizyonlarıyla, gazeteleriyle artık o kadar fazla zarar ediyor ki bunların taşınabilir bir durumu yok. Yani maddi olarak, maddi kaynak açısından gidebilecekleri çok fazla yol kaldığını zannetmiyorum. Onlar da azalacaklar. Daha nitelikli bir hale gelecek mi? Zannetmiyorum. Buradan nitelik çıkmaz. Ama en azından sayıca azalacaklar bu saatten sonra. Televizyonlar için de, gazeteler için de geçerli bu. Hala çok büyük zararlar ediyorlar.



“TEK MOTİVASYONUM VAR: GAZETECİLİK”

Birçok isim gazeteciliği bıraktı, bırakıyor. Cengiz Çandar en yakın örneği… Siz de tecrübeli gazeteci sınıfında yer alırsınız. Neden gazetecilikte ısrar ediyorsunuz? Karanlık bir dönemdeyiz ama ışığı mı görüyorsunuz?

Motivasyonumun kaynağı tamamen gazetecilik. Ben bu yayınlara ilk başladığım zaman izleyiciyi bile buna ikna etmekte çok zorlandım. Benim bir tane motivasyonum var. Ben gazeteciyim, işimi yapacağım, yapmaktan hoşlanıyorum ve bunun yapılabileceğine inanıyorum. Ama az önce sorduğuna gelecek olursak ışığı gördüğüm için değil de bir ışık olması gerektiğine inandığım için yapıyorum hala. Birisi bir ışık yakacak. Bizim yaptığımız tamamen her gün yeniden üretilen bir iş. Ben yıllarca haber televizyonculuğu yaptım, 15 Sene. Bu insanda öyle bir sekel bırakıyor ki; benim için insanların gördüğü, son dakikası yapılmış bir haberin sıfır önemi vardır artık. O bitmiştir, yenisini yapmak lazım. Onu insanlara ilk siz verdiğinizde, doğru şekilde o tamamlanmıştır. Ama şimdi yapılan gazetecilik böyle bir şey değil. Artık istesen de istemesen de detaycı gazetecilik yapmak zorundasın. Buna ulaşman engelleniyor. Ana akım medyanın içerisinde sana yer verilmiyorsa önünde birkaç tane tercih var. Bir; sektörden ayrılacaksın. Benim gazetecilik motivasyonum bitmedi, ayrılamam. İki; o zaman alternatif bir yol bulacaksın. Anadolu’da çok söylenir; bütün icatlar ihtiyaçtan doğar diye. O yüzden biz de icat yaptık resmen. Ama şu anda iddiamızın karşılığını görüyoruz. Ben görüyorum iddiamın karşılığını. İnsanlara konuşabilmeyi vadediyordum ben, hangi görüşten olursa olsun. Şimdi konuşuyoruz, kavga da ediyoruz. Ama seviyeli bir kavgayı tutturmaya başladık. Bu da o ışığın olabileceğini düşündürüyor bana. Hala ben o umudu yitirmedim.

BİR MİNİ TV KANALI: GÜNLÜK MİNİMUM 2 BİN 500 İZLEYİCİ

Güncel izleyici rakamlarınız nedir? Alternatif medya kanalları ile günde kaç kişiye erişiyorsunuz?

Periscope uygulamasında ben iki parçalı yayın yapıyorum. Önce günün gündemine ilişkin yaklaşık 20 dakikalık bir yayın, diğeri de 40 dakika ile sohbetin uzamasına göre ki bazen çok uzayarak 1 saati aşan Gazete manşetleri üzerinden bir yayın. Çünkü gazetelerin her şeyi yazmadığına, yazamadığına inanıyorum. Bunu anlatıyorum izleyicilere.

Mesela bugünkü yayına bakalım. İlk yaptığım gündem yayınını şu an 257 kişi tekrar izlemiş. Online izleyicisi de 920 kişi. Yani yaklaşık kabaca 1200 kişi ilk parça yayını izlemiş. Youtube vd. platformdan izleyenleri ayrıca söyleyeceğim. İkinci yayın olan gazete manşetleri yayınının 121 yeniden oynatma izleyicisi var. Online izleyen de 950 kişi. Yani bu da yaklaşık 1100 kişi civarında. Aynı zamanda ben bu yayınları Medyascope.tv üzerinden YouTube’a da yüklüyorum. Yani YouTube’dan Medyascope aracılığıyla da izleyen insanlar var. Medyascope şöyle bir oluşum; hiç kimsenin Medyscope üzerinden ürettiği bir içerik yok. Biz içeriğimizi sadece paylaşma yetkisi veriyoruz. Bizdeki yasal düzenlemeler onu gösteriyor. YouTube’de saat 14:30 itibariyle sabahki ilk yayını 157 kişi izlemiş, 94 kişi ikinci yayını izlemiş. 250 kişi de burada var. Bunun dışında SoundCloud ve iTunes üzerinden de izleyenler var.  Kaba bir hesapla günlük minimum 2 bin 500 kişi izliyor. Bazen fazla ilgi gören yayınlarda bu günlük izlenme rakamı 5 bin kişiye ulaşabiliyor. Bazı yayınlar 4 buçuk ay sonra hala izlenebiliyor. YouTube’da kanalın toplam izlenme sayısı 130 bini buldu.

TÜRKİYE’YE KİBARLIKTAN “KISMEN ÖZGÜR” DİYORLAR

Freedom House, Dünyada Özgürlük 2016 (Freedom in the World 2016) Raporu’nu yayınladı. Türkiye yine “Kısmen Özgür” kategorisinde yer aldı. Can Dündar, Erdem Gül gibi birçok gazetecinin sadece gazeteci kimliklerinden dolayı yargılanmalarını hatta hapse atılmalarını nasıl yorumluyorsunuz? Freedom House’un kategorilendirmesi ne kadar doğru?

Aslında bakış açısına göre bu değişebilir ama üç aşağı beş yukarı durumumuzu özetler. Hem Freedom House’un hem IPI’ın (Uluslararası Basın Enstitüsü) Türkiye’de çalışmaları var. Mesela Kadri Gürsel Doha’da Uluslararası Basın Enstitüsü’nün yönetim kuruluna seçildi. Orada yapılan bu toplantıyla yönetimde bir Türk’ün yer alması önemli ve bu bilgiyi kaçırma şansı yok. Az önce konuştuğumuz hikâye; “bu insanlar gazetecilikten yatmıyor” meselesi. Ama orada kişisel tanıklıklar devreye giriyor. Beraber gazetecilik yapmışız mesela. Nasıl gazetecilikten yatmıyor olabilirim? Bu Can’a veya Erdem’e casusluk yapıyorsun demek kadar saçma bir şey. O yüzden insanlar artık görüyor. Rapor üç aşağı beş yukarı sonucu veriyordur bizde. Belki bir basamak daha aşağı veya yukarıda olabiliriz ama olduğumuz yeri yaklaşık gösteriyordur. “Kısmen Özgür” aslında kibarlıktan söylenmiş bir tanım. Türkçesi; özgür değil, ölmedi ama kalbi atıyor, aslında ayağa kalkacak hali yok demektir…

Muhalefetin, AKP’nin ifade ve basın özgürlüğüne yönelik baskıcı tutumunu yeterince eleştirdiğini düşünüyor musunuz? Özellikle Saray’ın kurduğu korku imparatorluğuna yenilip, bir boyun eğmişlik hali var mı?

Ben siyasetçilerde böyle bir yenilmişlik olduğuna inanmıyorum ama o partilere, muhalefet partilerine oy verenlerde var böyle bir durum. Özellikle 1 Kasım seçimlerinden sonra oldu bu. 7 Haziran seçimlerini tamamladıktan sonra 8 Haziran sabahında Türkiye’de insanlar uyandıklarında, sokaktaki herkes şahit ki herkes gülüyordu. Emin ol, AKP’liler de gülüyordu. Çünkü bu kadar büyük güç zehirlenmesini bu partinin kurucular kurulunda oturan herkes görüyor. Ama onlar seslerini çıkartamıyorlardı. Yani bu güç bizi zehirliyor, yok edecek diyemedikleri için bence o yenilgiden onlar da mutlu oldular.

Peki, özeleştiri yaptılar mı?

Hepsi değil. Bir de özeleştiri yapmak bu insanlar açısından son derece zor. Çünkü kıyaslanacak nokta belli; madem öyle bu zamana kadar neredeydin, niye konuşmadın deniliyor.

1 KASIM SEÇİMİNİN GEREKÇESİ BAHÇELİ’DİR

1 Kasım seçim sonuçlarına özeleştirinin katkısı oldu mu?

Hayır, alakası yok! 1 Kasım’daki AKP’nin başarısını Devlet Bahçeli getirdi. En önce onu koymak lazım. Türkiye 7 Haziran’dan sonra bir seçim yaptıysa sadece ve sadece Devlet Bahçeli yüzündendir. Buna ikinci bir kulp bulmaya bile gerek yok. Bu seçimin müsebbibi sadece Devlet Bahçelidir. AKP’nin güçlenerek 1 Kasım’da sandıktan çıkma gerekçesi de Devlet Bahçeli’dir. Çünkü öyle bir noktaya getirdi ki; Türkiye’de insanları AKP’siz hükümet kurulamayacağına ikna etti.

BAHÇELİ’YE GEÇMİŞ OLSUN, BU İŞ BİTTİ

MHP için önümüzde bir genel başkan seçimi olabilir ancak Bahçeli kurultay falan yok dedi. Yine Erdoğan’ı ve hükümeti sıkça her şeyi paralele bağlamak ile suçlayan Bahçeli, kurultay kararı sonrası aynı mazereti öne sürdü. Neden bu doneye sarıldı, doğruluk payı olamaz mı?

4 tane aday var zaten. Bunlardan en az birisinin paralel olduğunu iddia ediyor. Yaşadığınız her şey size müstahak dedi bu insanlara. Şimdi bu insanların yaşadıklarına bakalım: Koray Aydın, Devlet Bahçeli’nin bakan yaptığı bir isim.  Yaşadıysa beraber yaptıklarından dolayıdır. Sinan Oğan, siyasete Devlet Bahçeli’nin davet ettiği bir isim. Meral Akşener AKP’nin kurucularından olacakken son anda direkten dönüp MHP’ye girmiş bir isim. Ümit Özdağ desen zaten herkesin bildiği genel başkan adayındı. Eğer yerine birisi geçecekse Ümit Hoca hazırlanıyordu. Bunlardan hangisi paralel? Devlet Bey şunun farkında, artık mahkeme kararı ortada olduğuna göre 543 imza toplanmışken artık geçmiş olsun, bu iş bitti…

Bahçeli neden 'elveda' demiyor?

Türkiye’de siyaseti bırakmak çok zordur. Rahmetli Demirel’in lafıdır bu; "bu koltuklara zor oturulur, kimse kolay kalkmak istemez" der. İnsanların pek reddetmeyeceği koltuklar olduğunu söyler. Bir de her zaman şöyle bir paranoya vardır; ben ayrılırsam bu parti çöker. Hepsinde vardır.

ERBAKAN’IN KUTAN YORUMU: PARTİYİ ÇOLUK ÇOCUĞA BIRAKAMAM

Mesela gazetecilik hayatımda gülümseyerek hatırladığım anılardan bir tanesi; Rahmetli Erbakan Hoca’nın Balgat’taki evinin önündeyiz. Hoca artık yürümekte zorlanıyor. Kafası cam gibiydi ama yürümekte zorlanıyordu ve o fizikle hiçbir şekilde seçim kampanyası yapamayacağı belliydi. Biz de bir grup gazeteci arkadaş sıkıştırdık; sizden sonra kim olacak diye. Ve Recai Kutan’ın adı geçti. Erbakan Hoca dedi ki; “partiyi çoluk çocuğa bırakamam”. Bunu söylediği zaman muhtemelen Recai Bey herhalde 67-68 yaşında falandı. Bunu şunun için anlatıyorum, bütün siyasilerde vardır; ben ayrılırsam bu parti çöker, bütün emekler ziyan olur. Hâlbuki siyaset böyle bir yapı değil. Siyaset yaşayan bir organizma, senle de devam eder sensiz de devam eder. O yüzden Devlet Bahçeli’nin bu sözü, paralel hikâyesi tamamen günü kurtarmak adına söylenmiştir. Söyleyebilecek başka bir şey yok çünkü.

MHP BİR ALTERNATİF OLABİLİR

Seçim döneminde MHP'ye ve Bahçeli'ye demediğini bırakmayan Havuz medyası mahkemenin verdiği kurultay kararı sonrası Bahçeli'yi manşetlerden indirmiyor, yere göğe sığdıramıyorlar…

Bunu şöyle düşünmek lazım. Devlet Bahçeli bu insanlardan herhangi birine genel başkanlık yolu açarsa ki artık öyle bir şansı yok. Zaten bu insanlar açtılar kendi genel başkanlık yollarını. Oraya gidecek oy düşen milliyetçi oyların yöneleceği adres olan AKP’yi zora sokacak. Çünkü milliyetçi oyun gidebileceği başka bir yer yok. Bu insanların sol partiye oy vermeleri zaten düşünülemez. Devlet Bahçeliden artık oy kaçacaksa ki bu saatten sonra kaçacak. Yeni adaylardan birinin sürüklemesi halinde sağın tam ortasında yeni bir oluşum olarak bile öne çıkabilir. MHP’nin adı değişmez ama oraya kanalize olan oylar değişebilir. Sert milliyetçi söylemin bir dakika dinleyelim seviyesine hemen getiremeyecektir. Ama en azından onun evrildiğini görürse insanların oy verebileceği bir mecra olabilir. O yüzden Havuz Medyası’nın Bahçeli’yi desteklemesi hiç şaşırılacak bir şey değil. Adamlar; kaçıyor, mal kaçıyor diye bakıyorlar.

PARTİLER KADIN SİYASETÇİ KONUSUNDA SAMİMİ DEĞİL

Saray ve iktidar partisi Meral Akşener'in kadın olmasından alerji duyuyor mudur? “Kadından genel başkan mı olur” şeklinde dillendiriliyor. Aynı şekilde taban buna hazır mı? Bu pencereden baktığımızda MHP’de 4 adaydan hangisinin şansı daha fazla?

Ben şöyle görüyorum, 2008 Kasım’ında Amerika’da başkanlık seçimleri yapıldı. Obama işte o zaman Demokratların adayıydı ve Hillary Clinton ile yarışıyordu. Artık ikisinin kalacağı belli olmuştu. O zaman Amerika’daydım. O dönem çok ciddi bir yoklama yaptım. Bu kampanyalarda çalışan insanlarla, ulaşabildiğim Amerikalılarla. Ve Türkye’ye döndükten sonra da bu konuda yapılan yayınlara katıldım. Ve insanlara söylediğim şey şuydu: Bence Amerikalıların en büyük korkusu şu anda gerçekleşiyor. Çünkü seçim yapmak zorunda kaldıkları iki kişi; birisi bir zenci, daha ırkçılıkla vedalaşalı 50 sene bile olmamış bir ülkeden bahsediyoruz. Diğeri bir kadın. Yani Güney’in tamamen aşağıladığı, ikinci sınıf olarak gördüğü iki grup giriyor seçime. Bunlardan hangisini seçerler. Ben her şeye rağmen bir kadını seçmeyeceklerini düşünüyordum. MHP’nin de maalesef benzer bir yönü var. Meral hanım çok dirayetli bir siyasetçi. Bizde bu insanlara hep sempatik gelir ama hep vitrin boyutuyla değerlendirilir. Şu anda Aydın’da belediye başkanlığı yapan Özlem Çerçioğlu. Çok sağlam, çok iyi bir siyasetçi. Aynı şekilde şu anda Gaziantep büyükşehir belediye başkanı Fatma Şahin. Altını çizerek söylüyorum; benim siyasette gördüğüm en çalışkan kadın. Bana herkes AKP muhalifi falan diyor, alakası yok. Yani iyi adamın herkes arkasında durmalı. Peki, ne yapıyor bu kadınlar? Fatma Şahin’i bakan yaptınız. Sonra belediye başkanlığı. Madem bu kadar iyiydi neden partide daha fazla yükseltilmedi. Parti içinde daha yüksek bir görev verilseydi ya. Bizde siyasette hep şu algı vardır. Kadın, tamam olsun, kotalarımızı yükseltelim, kamuoyuna şirin görünelim. Sağda da vardır, solda da vardır. Ama o paranoya vardır hep kafada. Kadın olmaz, yani bir yere kadar. Bana kalırsa siyasetçiler bunu aşamayacaklar. Meral Hanım çok dirayetli bir isim olmasına rağmen ben ibrenin erkeklerden birisine döneceğini düşünüyorum.

HDP, kadının siyasetteki yeri konusunda en samimi parti. Çünkü onlar başlangıçta şu kadarı kadın olacak diye değil, kadınlarla birlikte şu kadarı da erkek olacak diye yola çıkıyorlar.  Bizde şu anda yasa müsait değil yoksa parti, belediye başkanlığı gibi her alanda eş başkanlığa geçecekler. Sadece HDP bu konuda samimidir bile diyebiliriz. Onun dışında tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş kadınlar var. CHP’de Selin Sayek Böke var mesela. Herkes gördü işte. Kadının ne yapabileceğini anlatan, çatır çatır konuşabilen, derdini anlatabilen bir kadın… Evet çıkıyor böyle örnekler. Ama geçmiş dönemlere baktığın zaman parlayıp sönen örnekler var ama siyasette kalıcı değiller. Bu saatten sonra siyasete girecek kadınlar da kalıcı olmak zorundalar. Yoksa çok çabuk silinirler.

Son altı yılda 7 binden fazla gazeteci işinden edildi. Mesleki dayanışma adına neler yapılabilir?

Gazetecilikten gelme milletvekilleri var biliyorsun. Utku Çakırözer, Eren Erdem, Barış Yarkadaş, Şamil Tayyar, Enis Berberoğlu gibi isimler var. Bu adamların yapabilecekleri şeyler çok sınırlı. Çünkü medya kendi içinde bir güçsüzlüğe evrilmiş durumda. Şu anda en karsız hatta zararlı yatırım medya yatırımı. Yaptığınız en ufak futbol haberiyle bile başınız derde girebilir. Futbol haberiyle bile insanlar size ters bakabilirler. Trabzon-Fener gerilimi üzerinden size ters bakabilirler. Vurulabilirsiniz bile. Böyle bakarsanız, medyanın kendi içerisinde bile toparlanacak bir mecali yok. Benim bu kadar alternatif medya ısrarımın bir sebebi de bu. Bu medya böyle kurtulmaz. Yani siyaseten yapılacak çok bir şey yok. Çok bilinmez mesela; 212 sayılı basın yasasının hazırlayıcısı rahmetli Bülent Ecevit’tir. Kendisi de bir gazeteci olduğu için gazetecilere çok ciddi imkânlar sağlayan bu yasanın hazırlanmasına, geçişine yardım etmiştir. Ama şimdi bizim cumhurbaşkanı gazetecileri sevmiyor. Çok net söylemek lazım. Kendi gazetecileri, uçakta yanında duran ‘uslu çocuklar’ diyorum ben onlara, onlar dışında kimseyi sevmiyor. Zaten söylüyor da bunu çok açıkça. En son Azerbaycan televizyonunun muhabirine söyledi; keşke bizdekiler de senin gibi olsa diye. Benim Azeri bir gazeteci gibi olma derdim yok. Eğer öyle bakılacaksa ben de sayın cumhurbaşkanına şunu söylerim; Azerbaycan’da Haydar Aliyev ölmeden önce 2 buçuk saat haber bülteni hazırlanırdı. 2 saat 20 dakikası Aliyev’in o gün yataktan kalkması ile birlikte başlayan törensel ayinlerdi. Oraya gitti, bununla görüştü falan. Böyle bir gazetecilik mi istiyor?

Bunun cevabı ‘evet’ olabilir!?

Bu gazetecilik değil ki! İstiyor evet ama bu olmayacak. Başbakan’a bakalım, diyor ki; basın özgürlüğü benim kırmızı çizgimdir. Bunu dediği gün Can ve Erdem’in duruşması var Türkiye’de. Biz bu tedirginlikle yaşayamayız. O zaman Galip Ensarioğlu’nun dediğine geliyoruz. Yasama bizde, yürütme bizde, yargı da bizde… Burhan Kuzu da ek yapacak; oğlan bizim, kız bizim… İyi de böyle bir ülkede yaşanmaz ki! O zaman işte “kısmen özgür ülke” statüsünde olursun ama insanlar sana güler. Herkes ne olduğunu bilir.

Gazetecilerin meclis içinde yapabilecekler çok bir şey yok. Herkes şapkasını önüne alıp kendisine şunu soracak; ben bu mesleği ne kadar seviyorum?  Bu mesleği yapmaya ne kadar niyetliyim? Çünkü bedel ödemeden yapılabilecek bir meslek değil bu. Bedeli zaman zaman işsizlik olabilir. Ben 26 yıl içerisinde 4 kez işsiz kaldım. Bunların hepsinin neden olduğunu biliyorum. Bedel… Ödeyeceksin! Ama sonuçta alternatifini yarattığın andan itibaren söyle bir güzelliği oluyor işin; ben bu bedeli ödedim ama kafamı eğmedim diyebiliyorsun. Kafamı eğmedim, mesleğimi hala yapabiliyorum. Bunun için bunun siyasetle falan çok alakası yok. Siyaseten sana destek olabilecek kimse yok. Keşke olabilse.

Cumhurbaşkanı, bir sabah uyansak dese ki; “ben vazgeçtim ya, ben bütün gazetecileri çok seviyorum, uçağıma da sadece uslu çocukları almayacağım, herkes binebilir artık” derse olur mu? Hayatta olmaz:) Ama yine de hayali bile güzel böyle bir şeyin…

İktidar medyaya şekil vermek için önce patronları yamultuyor. Patronlar bağımsız medya için zaaf mı teşkil ediyor? Patronsuz bir medya mümkün mü? (bizim patron duymasın:)

Bu iş artık patron sorunundan sıyrıldı. Yani yandaş medya yaratılmadan önce de Türkiye’de patronaj sorunu vardı. Eğer bugün patronsuz bir gazetede çalışmak istiyorsan Anadolu’da yerel yayın yapan küçük gazeteler var. Onlarda çalışacaksın. Hala, bildiğin harf dökerek basım yapan gazete var. Onda çalış mesela çok mutlu olursun, patron yok mesela. Ya da patron şöyle var; adamla akşam beraber bulgur pilavı yersin…

GAZETECİ DEDİĞİN PATRONU ÜZER

Patron sorunu çok önce başladı. Yani Türkiye’de gazete patronajı değişip, patronlar aynı zamanda devlet ihalelerine girdiğinde, yol yapmaya, baraj yapmaya, santrallerde üretime başladığında bu iş koptu. Sonuçta gazete ufacık bir parçası kaldı o işin. Bu sadece son dönemin sorunu değil. Son dönem, bahsettiğimiz patronaj; bir kısmı yaratılan, daha önce bu piyasada olmayan insanlar. Bir kısmı da az önce senin söylediğin gibi yamultularak, üzerine basılarak bugünkü şekline evrilen insanlar. Ben programa slogan düşünürken hiç zorlanmadığım bir konuydu bu. “Patron kızar mı? demeden konuşmak.”

Ben o tapelerde Sayın Demirören’in ağlayarak; “patroncum seni üzdük mü?” lafını duyduğum gün kafamda bu şekillenmişti zaten. O zaman daha bu yayının yapılmasına iki yıl vardı ama ben biliyordum, bu işin yırtarı bu; patronu üzeceksin. Gazeteci dediğin patronu üzer. Geçmişten beri bugüne kadar yapılan bütün haberlerde aynı şey olur. Gazeteci iyi bir haber yapar, patron bu yüzden sıkışır ama sonuçta savunulacak şey gazeteciliktir ya da değildir. Ayırımı çok nettir. Bugün öyle değil. Bugün bir grup insan var medyada, onların gazetecilik gibi bir derdi yok. Bir grup insan da var; yamultularak medya patronu yapıldı, ya da medya patronuydu iyice yamultuldu. O insanların da gazetecilik gibi bir kaygısı yok. Demin bahsettiğim basın bültenlerini yazıyorlar, yayınlıyorlar, uygun fotoğraflar seçiliyor. Böyle gazeteyi herkes hazırlar. Evde yapabiliriz çok rahat.

Yayın yasakları konusunda ne söyleyebilirsiniz? Maksat mağduru korumak değil de sanki sanığı korumakmış gibi davranılıyor…

Elimizde çok net örnekler var. İşimize gelmediği zaman söylediğimiz bazı sözler var. Avrupa’nın ikiyüzlülüğü. Benim geçmişten beri çok inandığım bir şeydir bu. Avrupa hakikaten ikiyüzlüdür. Çıkar üzerinden gider, doğrudur yani. Ama Brüksel patlaması olduğunda Belçika hükümeti parasız internet hattı kurdu. Avrupa’da kimse kimseye bedavaya, beş Euro, sent almadan günahını vermez. Adamlar parasız internet hattı kurdu. Orada saklamak yerine sık bilgilendirmeyi tercih ettiler. Çünkü öyle olduğu zaman aslında medya sizin kontrolünüzde oluyor. Sık bilgilendirilen halk detaylı araştırma yapma ihtiyacı duymuyor. Oysa bir şeyi yasaklamaya başladığınız andan itibaren kimseyi engelleyemezsiniz. Benim elimde şu cep telefonu olduğu sürece beni hiç kimse engelleyemez. Vatandaş gazeteciliği diye bir kavram var artık. Herkes fotoğraf çekebiliyor. Bu çok iyi bir şey mi tartışılır. Çünkü bir anda insanlar kendini çok büyük gazeteci falan zannedebiliyor. Olmamış bir olayı haber olarak servis edebiliyor ve darmadağın oluyor ortalık.

ENSAR VAKFI’NIN ARTIK SAKLAYABİLECEĞİ BİRŞEY YOK

Yayın yasağıyla insanların daha çok ilgisini çekecek nesneyi veriyorsun onlara. Yayın yasakları konusunda suiistimal var mıdır? Bence yerden göğe kadar… Ensar Vakfı’nın saklanabilecek bir şeyi yok ki. Nesi var? İlk hazırlanmış iddianame ortada şu anda. Orada 10 yaşında çocukların ırzına geçildiğini herkes biliyor. Bunun yıllarca sürdüğünü herkes biliyor. Valinin, belediye başkanının bunu görmezden geldiğini herkes biliyor. Beraber fotoğrafları var. Tanımıyorum diyen insanların hepsinin tanıştığı çıktı ortaya.

YAYIN YASAĞI LÜZUMSUZ, MEDYA ETİĞİ KÂFİ

Yayın yasağına gerek yok. Medya gereğini zaten yapar. Ankara’daki gar patlaması gibi bir hadise olduğunda kol, bacak parçalarını, çatlamış kafatasını görmeyelim tabii ama bunun için yayın yasağına ihtiyaç yok. Bunun için medya etiği yeterli. Medyada gerçek yöneticiler olursa, yani paraşütle indirilmiş adamlar değil. Gerçekten gazetecilikten yetişmiş adamlar olursa onlar o görüntüleri paylaşmaz zaten. Burada bir sıkıntı kalmaz.  

GAZETECİLİKTE USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİ ŞART

Ben gazeteciliğe 1989 yılında TRT haber merkezinde başladım. Devletin televizyonu. Tek kanal olduğu dönem. Yani kendi içinde kanalları vardı ama tek televizyondu. Orada bile görüntü seçilirken çok hassasiyet gösterilirdi ki montaj yapmak bu kadar kolay değildi. Montaj bayağı kesilerek, biçilerek yapılıyordu. Bize de öğrettiler bunu. Bugüne bu işi getirebilecek, taşıyacak, o birikimi aktaracak insanlar var; çalıştırılmıyorlar. Onların yerine tepeden getirilen çocuklar, ya da adamlar, ya da kadınlar neyse, bu işin adamları değiller ki. Onlar bambaşka bir iş yaparken gazetecisin sen, tamam artık buradasın deyip lap diye koltuğa oturtulmuş insanlar. Bir bankada oturtulur gibi oturtulmuşlar. Hâlbuki bizim işimiz öyle bir iş değil. Bir; bu işte usta çırak ilişkisi şart. Medya teorisi bilmeniz size hayatta hiçbir şey sağlamaz. Sokakta muhabirlik yapmış olacaksınız ki gazeteci odur. İki; bu işin evrimi sırasında siz de meslekle birlikte evrileceksiniz. Değişen koşulları görebileceksiniz. Yukarıdan gelen insanların hiçbirisi bunları yaşamadı, bilmiyorlar. Böyle bakıldığı zaman da yayın yasağı koymaktaki amaç bu. Hatırlıyor musunuz, geçen Ankara Gar patlamasından sonra ilk görüntü ihlalini kim yaptı? A Haber. Çünkü onların orada o işi yapan adamları gazeteci falan değil. Oray oturtulmuş adamlar. İlk onlar patladı. Görüntüyü zor çektiler internetten. Vermiş bulundun bir kere. Ben bir gazeteciyim. Ben o görüntüyü kullanmam. Kollar bacaklar havada uçuşuyor. Amaç bu değil, neden kullanayım? Sen kullanıyorsun çünkü sen gazeteci değilsin.
Bilmiyorsun ki bu işi...

Son soru; çalışma odanıza kayyum atanmasından korkmuyor musunuz? Ya da Periscope bir şekilde engellenirse ne yapacaksınız?

İzleyici çok soruyor bunu. Periscope engellenirse YouNow var, o da engellenirse YouTube’dan yayın yaparım. Beni öyle ya da böyle binlerce insan izliyor. Hiçbir şey olmasa seninle şu röportajı yaptığımız gibi halka açık, bir kahve alıp oturabileceğimiz bir yerde ben bunu insanlara anlatırım. Artık dinleyebilecek insanlar var. Çünkü benim bu yayınları yapmadaki temel amacım gazetecilik motivasyonumu beslemek. Ben gazeteciliğin hala yapılabileceğine inanıyorum.
İzleyicilerle beraber en çok güldüğümüz diyalogları, soruları belirledik.

İlki, “seni oraya kimin getirdiğini biliyoruz.” Ben çalışma odamdayım…

İkincisi, “kayyum gelirse ne yapacaksın?” Hatta birisi “muhafızlar gelecek” demişti. Beni bir zindanda falan hayal ediyorlar.

Üçüncüsü de, “sen kazandığın paralardan bahset”.

“BİZİ KONUŞTURMAK İSTEMİYORLAR ÇÜNKÜ KONUŞURSAK UZLAŞABİLİRİZ”

O kadar çok AKP’li izleyicim var ki. AKP’li ilçe yöneticisi izleyicim var. Bu adam izliyor, sonrasında da oturup yazışıyoruz. Çünkü iddia ettiğim şey şu; biz aynı şeye inanmıyor olabiliriz. İnanmayalım zaten. Toplumsal çeşitlilik budur. Aynı siyasi partiye oy vermiyor olabiliriz. Vermeyelim zaten. Neden tek parti olsun? Hayata aynı yerden bakmıyor olabiliriz. Bakmayalım zaten. Yönelimlerimiz, insanlığımız, kişiliğimiz, aile yapımız hepsi farklı olabilir. Olsun! Ama konuşabiliriz. Bizi konuşturmamak istiyorlar. Çünkü konuşursak uzlaşacağımızı biliyorlar. Bunun en güzel örneğini Gezi’de gördük. Gezi’de yan yana duran insanlar hayalde bir araya gelemeyecek insanlardı. Ama orada geldi. Neden? Çünkü aynı tehdidin altında özgürlüklerinin gittiğini anladıkları anda insanlar konuşmaya başladılar ve anladılar ki fikirleri farklı da olsa aynı insanlar…

BU ÜLKEDE BAŞINIZA HER ŞEY GELEBİLİR

Kayyum gelir mi? Geleceğini zannetmiyorum. Ama şaşırır mısın dersen, şaşırmam. Çünkü öyle şeyler icat ediliyor ki, yine Galip Ensarioğlu’nu hatırlayacağız ama yasama, yürütme yargı tek elde toplandığı zaman, bir anayasa profesörü de bunun üzerine çıkıp, “oğlan bizim kız bizim” diyorsa o ülkede başınıza her şey gelebilir. Şimdilik eve kayyum gelmedi ama şunun sözünü verebilirim; kayyum gelirse yayın kesilene kadar o kayyumu gösteririm. Kapatmam yayını, kayyumu görürler.

RÖPORTAJ | KARSIGAZETE.COM.TR

    :

    :

    :

    :

    "Ünsal Ünlü: Güçler ayrılığının olmadığı bu ülkede başınıza her şey gelebilir" hakkında Tweetler

    DİĞER RÖPORTAJ HABERLERİ

    KARŞI VİDEO
    https://twitter.com/KarsiGazete