Hangi Cesaret?

23 Haziran 2016 - 11:11
“… Ülkede baştan ayağa cehalet akıyordu. Hâlbuki bilgi, dünyaya geldiğinden beri en güçlü cesaret kaynağı iken, şimdi gücünü bilgisizlikten alıyordu cesaret. Toplum sindiriliyordu. Bilim ve düşün insanları, sanatçılar, hukukçular, emekçiler bilgi ve görgülerinden dolayı toplumda en cesaretli kesimler olması gerekirken kör, sağır ve dilsiz kaldıklarından, cehaletin cevri bilginin hazinesi olan akla ve vicdana galip geliyordu…”
 
Tıpkı toprakta, havada, suda, ateşte hiçbir zaman geriye dönüş olmadığı gibi insanlığın tarihteki ilerleyişi de hep ileriye yönelik olmuştur. Nasıl ki nehirlerin önüne dağları, tepeleri, ovaları, ormanları dizseniz de onları durdurmanız mümkün değilse, düşüncenin birikimiyle sele dönüşen insanlığın yürüyüşünü de ne ihanetlerle ne kandırmacılarla ne de zorbalıklarla durdurmanız asla olası değildir. Çünkü geriye dönüş, her halükârda evrenin oturmuş doğal döngüsüne aykırıdır.
 
Dünün destanlarından bugünün öykülerine, ilkel kabile söylencelerinden günümüz modern yaşam düzeyini yaratan bilim ve düşün insanlarının eserlerine kadar, istisnalar hariç hemen hepsinde yöneticilerin ileri düzeyde erdemli, bilgili oldukları veya öyle olması gerektiği dile getirilmiştir. Yine yöneticilerin, insanların bilim ve ahlak alanındaki gelişme ve olgunlaşma taleplerinin önünü samimiyetle açma sorumluluğu ile hareket ettikleri yazılıdır.
 
Ne yazık ki Türkiye bugün o istisnalardan birini yaşıyor. Eğitimden sağlığa, ekonomiden kültüre nereye baksak, nereye el atsak, cehaletin sirayet ettiğini ve hayatımızı her açıdan mahvetmekte olduğunu görüyoruz.
 
En başta devletin yasama, yürütme ve yargıdan müteşekkil güçler ayrılığından yana karakteri, yürütmenin lehine bozulmaktadır. Yürütmenin de yapısal kimliği yok edilerek tek kişinin iradesinden müteşekkil hale dönüştürülmektedir. Artık o tek kişinin her dediği yapılmakta, o her yapılan da gittikçe ülkeyi her atılan adımın bir öncekini arattığı keşmekeşliğe götürmektedir.
 
İktidar, söylediği her yanlışa karşı doğruyu söylediğine, yaptığı her yanlışa karşı yine doğruyu yaptığına kamuoyunu inandırmanın çabası içindedir. Yanı sıra yanlışı sıkılmadan söylemeye, yapılmayanı da yapılmış gibi göstermeye cesaret edebiliyor.
 
Dış politikadaki basiretsizliğin bedeli çok ağır oldu. Ortadoğu’daki çatırdamalar eşliğinde güneyimizde Irak Kürt Federe Devleti ile Suriye Kürt Federe Devleti teşekkül etti. Kimi zaman öpüşmelerle kimi zaman kroşeleşmelerle geçen çözüm süreci de bir benzerini, yani Türkiye Kürt Federe Devletini doğurmak için olmasın!
 
Peki ya Amerika’nın, Avrupa’nın, İsrail’in meydana getirdiği bu oluşumlar, laik ve demokratik birer devlet olmayı beceremeyip etrafındaki birinci dünya savaşından kalma ve aynı şekilde bundan sonra ortaya çıkarılacak kuklalarla sitti sene yeniden birbirlerini yemeğe güdülendirilseler, ne olur?
 
Madem Rusya ile barışacaktınız niye sataştınız, niye kavga ettiniz? İhracatınız ve turizminiz dibe vurunca mı aklınız başınıza geldi?
 
Avrupa Birliğine girmek stratejik hedefmiş. Halktan oy almak için Avrupa Birliğinin kapısına kadar gittiniz ama iktidara kurulduktan sonra kendinizinkilerle uyuşmuyor diye Avrupa’nın değerlerinden bin yıl uzaklaştıktan sonra mı stratejik hedef aklınıza geldi? Yoksa Avrupa’nın mülteci politikasında açık çek veriyorum dediği vize serbestisi yalanının hatta ahlâksızlığının kokusu mu sizi bu kadar mağrurlandırıp korkusuz kıldı?
 
Avrupa’yı, ekonomisini talanınıza terk edecek, kültürel kazanımlarını ayaklarınızın altına serecek, demokrasisini, hukukunu, güvenliğini, temel insan hak ve özgürlüklerini hoşgörüsüzlüğünüze bırakacak kadar akılsız mı sandınız?  
 
Afrika gelecek vaat ediyormuş! İngilizler, Portekizliler, İspanyollar, Fransızlar girdikten itibaren iki yüz yıllık süreçte ancak tutunabildiler Afrika’da. Kuzey yarım kürede yer alan ve dünyadaki gelişmekte olan ülkeler katarının son vagonundasınız. Kendi ihtiraslarınıza kurban ettiğiniz bu ülkenin geleceğini nasıl oluyor da bir gecede ve o da yabancısı olduğunuz Afrika’da görebiliyorsunuz?
 
Dış politikada bütün kapılar yüzünüze kapanıp da çıkmaz sokağa girince, Kenyata’nın evine çıkan patikadan AKP’lileri selamlayarak varlığınızı onlara hissettirmek gibi bir şey bu!
 
Yahudi düşmanlığıyla doldurduğunuz AKP’liler havaalanında sevincinden tepinsinler diye İsrail’in öz dölüne (Soma’daki yakıştırmaydı) van minüt çekeceksin, buna cüret ettiğin için antisemitistlerin kahramanı olacaksın, altı sene sonra ‘benim senden başka dostum yokmuş’ deyip, bundan kaynaklı dış politikadaki kayıplarını da görmezden gelip, İsrail’le can ciğer kuzu sarması olacaksın! Hani Cuma namazlarından sonra ‘Kahrolsun İsrail’ naralarıyla sel olup meydanlara taşan o güruhlar ne diyor bu işe? İsrail, Tayyip Erdoğan’ın eş başkanlığında parçaladığı Müslüman coğrafyada yirmi iki tane yeni devlet kuruyor. O kadar cesaretiniz vardı da şimdi niye ‘Kahrolsun İsrail’ diye bağırmıyorsunuz?
 
Hukukun üstünlüğüne inanan, demokrasisi güçlü uygar ülkelerin yanında yer almak dururken, terörü ve teröristi ihraç eden, dolaylı ya da dolaysız El Nursa, IŞİD gibi terör örgütleriyle beraber anılan ülke olduk uluslararası diplomaside.
 
Her seferinde ‘olmadı yeni baştan’! Demezler mi bu devlet babanızın çiftliği mi diye? Demezler mi bu milletin iradesi sizin deneme tahtanız mı diye?
 
Yasama dokunulmazlığından basın ve düşünceyi ifade özgürlüğüne kadar her alanda yaptığınız hukuksuzluğa, ‘terörle mücadele’ adı altında bir kılıf hazırladınız. Hâlbuki PKK ile Oslo’da ve Dolmabahçe’de sarılıp koklaşırken, PKK’nın, Güneydoğu’daki il ve ilçelerin altına barut fıçıları döşediğini görüyor ve gönlünüz rahat seyrediyordunuz. Sarılıp koklaşmak, kronik kardeş kavgasından bıkmış millete bir umut gibi geldi belki ama neden ve kimin ateşlediğini bilmediğimiz barut fıçılarının patlatılması millete ‘neler oluyor’ dedirtince ve bunun da siyaseten iktidarınızın aleyhine işlemeye başladığını görünce, suçlu suçsuz demeden evlerini başlarına yıkıp, tarih hazinesi de olsalar memleketlerini birer moloz yığınına dönüştürdünüz Kürtlerin.
 
Kangrene dönüşmüş Kürt sorununu çözeceğiz derken, umutların yeşereceği yerleri kana buladınız. Kürtleri de kendi ülkesinde mülteci durumuna düşürdünüz.     
 
İnanın Abdülhamit mezarından kalkıp da gelse, üç beş ağaç kalıp İstanbul’un kalbine bir nefeslik serinlik veren, bir yaşlıya, bir çocuğa, bir serçeye, bir karıncaya, o yolun o günkü bir yolcusuna gölgesinde bir dinlenirlik saltanat veren Gezi Parkı’na ‘Aman ha elleşmeyin’ der. Huzurdan anlamıyor, zulmetmekten bıkmıyor olsanız yine de sormak isteriz; üç yıl önce Gezi’de öldürdükleriniz, sakat bıraktıklarınız yetmedi mi?
 
Başta sinema ve tiyatro olmak üzere sanata yapılan devlet desteğini kesiyorsunuz, sonra en modern operayı Taksim’e ben yapacağım diyorsunuz. Hadi inandık diyelim. Peki, zaten Taksim’de bulunan ülkenin en modern kültür merkezini (Atatürk Kültür Merkezi) niye yıllardır kapalı tutuyorsunuz? Şimdi size inanalım mı? Hayır! Çok seviyorsanız operayı, Kadıköy’e yapsanıza!
 
Tarihi eserler yapılmaz, korunur. Apdülhamit kışlası bir zamanlar varmış, şimdi yok. Tarihi eserleri çok seviyorsanız, yok edeceğinize olanları korursunuz.
 
Taksim’de cami mi yok? Hem de yurt sathındaki yüz binlercesinle beraber minareleri süngülü, kubbeleri miğferli ve maşallah hepsi birer Apdülhamit kışlası!
 
Niyetiniz Taksim’i 1 Mayıs İşçi Bayramının kutlandığı özgürlük meydanı olmaktan çıkarıp (uluslararası finans merkezi yapmak diyeceğiz ama siz varken parasına istikrar arayanlar gelmeyeceğine göre) sizinki gibi kolay kazanılan paranın sahibi Arapların finans merkezi yapmaksa o başka!
 
Hukukun üstünlüğünü erozyona uğratıp kendi üstünlüğünüzü her şeyden öncelediniz. Bugün bütün dünyanın sahte olduğunu konuştuğu diploma ile cumhurbaşkanı adaylığına başvurmaktan çekinmediniz.
 
Yüksek Seçim Kurulu üyelerinden de bütün diğer kanun uygulayıcılarından da çıt çıkmıyor. Tek başına bu durum bile demokrasimizin, büyük cesaret gösteren yakın bir tehdit altında olduğunu göstermektedir bize.
 
Belki Afrika’nın ilkel bir kabilesindeki bir yolsuzluk dünya ajanslarına düşmeyebilir. Ancak Türkiye dünyanın yüzde doksan ülkesiyle ticaret yapmaktadır. Bu ticaretin uluslararası hukuka uygunluğu da uygun olmayışı da tarafların hepsini dolaylı ya da dolaysız şekilde etkilemektedir. Öyle olunca 17/25 Aralık aysberginin Türkiye’de görünen kısmı dünya nüfusunun yüzde doksanı tarafından da görünmüş demektir. Ve biz bu büyük yolsuzluğu yapanın üstün cesaretine nasıl şaştıysak, dünyanın o kısmı da her halde aynı şekilde şaşmıştır.
 
Aynı şaşkınlık belirtisini iktidarınız döneminde zenginleşenler için de gösterebiliriz: Örneğin dört nesil boyunca armatör olan bir aile bu süre boyunca bir gemisini iki tane yapamıyor da bizi yönetenlerin gencecik çocukları nasıl beş altı sene içinde onlarca gemiden meydana gelmiş filolara sahip olabiliyorlar? Bu da müteşebbis ruhlu olmak kadar cesaretli olmayı da gerektiriyor her halde.
 
Farz edelim bu ülkenin sıradan ve namuslu bir vatandaşı, ‘Beyefendi, millet için yaptırdığınızı söylediğiniz o maun sarayınızın parası bizden çıkıyor. Bir türlü bitmiyor da. Buna ihtiyaç da yoktu ki! Hem Çankaya’nın suyu mu çıktı? Atatürk’e, Cumhuriyet’e, insanlığa olan minnettarlığınızdan da olsa orada yaşamanıza değmez miydi? Zira orası haklılığın, meşruiyetin, samimiyetin ve milli iradenin en onurlu, bir o kadar da mütevazı sembolü değil midir?’ dediğinde, ne dersiniz?
 
Bu ülkeyi devlet bu insanları millet yapan, sizleri de o mevki ve makamlara getiren anayasal düzeni tanımadığınızı, ilk fırsatta yıkmağa çalıştığınızı, yerine de salt kendi şahsi beklentilerinize uygun düşen bir düzensizlik istediğinizi kadronuzla birlikte ağız birliği yapmışçasına aynı cesaretle söyleyebiliyorsunuz.
 
Üstün cesaretle de olsa bütün bu yapılanların, yapılma yöntemleriyle birlikte hukuka ve siyasi ahlâka uygun düşmediğini dağdaki çobandan fabrikadaki işçiye artık herkes biliyor. Lakin bu aymazlıklarını devam ettirme cesaretini nereden aldıklarını henüz bilmiyorlar. Onu fark ettikleri gün, zaten AKP’nin yolun sonuna geldiğini görmüş olacaklardır.

    :

    :

    :

    :

    "Hangi Cesaret?" hakkında Tweetler
    YAZARIN DİĞER YAZILARI
    https://twitter.com/KarsiGazete