Düzenin Katilleri

14 Şubat 2015 - 14:30
Daha bir gün önce söyledim, söylemeye çalıştım. “Toplumun önde gelen siyasi figürlerinin, liderlerinin, yöneticilerinin, kadınlarla ilgili meydanlarda ya da medyada söylediklerini üç kez düşünmeleri lazım” dedim...

Üstelik “medyanın, kadınların fıtratı, evlenme çağı, giyimi kuşamı vb. konularındaki kadın aleyhine söylemlere hiç yer vermemesi lazım” dedim. “O sizin kanaatiniz” dendi. “Benim kanaatim değil, bilimsel olarak bu böyledir. Bununla ilgili araştırmalar...” dememe kalmadı

“Böyle yapmayalım Hocam” diye sözüm kesildi. Ben “sembolik şiddet diye bir kavram var. Sembolik şiddet, sosyolojide çok geçerli, çok yaygın...” diye devam edecektim “biz konuştuk ayrıca sembolik şiddeti falan, konuştuk.” diye çıkışıldı.

İki gün önce, katkı yapma hevesiyle gittiğim TBMM’deki Kadına Karşı Şiddeti Önlemek İçin Alınması Gereken Önlemleri Araştırma Komisyonu’nda gerçekleşen bu diyalog örnekleri, Türkiye’nin kadına yönelen şiddetle ilgili şu anda nerede olduğuna dair bir ipucu da vermektedir.

Peki neredeyiz?

Biz, berbat bir yerdeyiz. Kötü durumdayız. Toplumun yerleşik ahlaki değerleri hallaç pamuğu gibi atılırken; dini inanışlara dayalı değerlerin gündelik yaşam alanına nüfuz etmesi, önü alınamaz bir biçimde sürerken, iyi bir durumda olmamız da beklenemez elbette.

Kafalarımız karışık.

Durmaksızın tutucu değer yargıları pompalanıyor devletin ideolojik aygıtları olan medyadan, okullardan, aileden, dini kurum ve kuruluşlardan... Öte yandan hayat, bu değer yargılarının “muhafaza” etmeye soyunduğu her şeyi ama en çok da insanı alt üst eden bir devinimle, kapitalizmin kendi sömürücü çarkını çevirerek ve o çarkta insanı öğüterek akıyor... “Zengin erkeklerin” muktedir olduğu bu çark, insanı öğütüyor ama en çok da toplumun tarihsel olarak en güçten düşürülmüş, zayıf bırakılmış, tabi kılınmış kesimlerini yani kadınları, çocukları ve yaşlıları un ufak ederek düzeni sürdürüyor.

Süregiden düzenin ne olduğunu bilebilmek için, sayısal veriler yardıma koşuyor bazen. Kadına yönelik şiddet son on yılda yüzde bindörtyüz artmış mı? Artmış.

Çocuklara yönelik cinsel istismarın, haddi hesabı yok mu? Yok.

Yaşlılar, karınlarını zar zor doyurmakla yetindikleri, iş yaşamı sonrası hayallerini gömdükleri bir emeklilik sonrası yoksulluğa mahkum edilmişler mi? Edilmişler.

Bizler, bu düzenin, rakamlarının ardındaki kaymış hayatları, çekilen acıları göremeyen, görmek istemeyen vicdan yoksunu bir sürüye doğru dönüşüyoruz yavaş yavaş...

Burnumuzun dibinde Suriyeli sığınmacılar, evsizler, yoksullar aç bilaç sürünüyorlar; başımızı çevirip bakmıyoruz bile. Kadınları sokak ortalarında, çocuklarının yanında delik deşik ediyorlar, durup seyrediyoruz sadece.

Tecavüze uğrayan çocuklarımızın faillerinin cezadan “yırtacağı” mahkeme kararlarının altına imzalar atılıyor. Kolluk güçlerinin kurşunlarıyla, mahalleli esnafın sopalarıyla hayatları söndürülen gençlerimiz için adalet bir türlü tecelli etmiyor...

Düzen, güçlüyü daha güçlü, zayıfı daha zayıf kılacak biçimde yeniden ve sürekli düzenleniyor...

Düzen, adaletin de gerçekleşemediği ve dağıtılamadığı koşullarda, toplumu bunalıma, insanı vicdansızlığa mahkum ederken, ülkeyi de cehenneme dönüştürüyor.

Oysa hepimizi insan yapan şey, vicdandır. Ahlak ve din kökenli muhafazakar değer yargılarının, otomatikleştirmeye çalıştırdığı davranma biçimlerini insan, vicdanı ile sorguya çekmediği sürece, insan olmaktan çıkmaya başlar. Biz, insan olmaktan çıkarılmaktayız. Yarı- otomatlaştırılmaktayız. Bu toplumu bekleyen en büyük yakın tehlike, belki de budur. Birilerinin neferleri, askerleri, kulları, köleleri olmaya doğru emin adımlarla yol almaktayız. Öl deseler ölebileceğimiz davalarımız var...

Kefenleri giyerek dolaşan, gençlerimiz var. Ölmeyi, öldürmeyi, şiddeti, hiddeti, hakareti, sövgüyü, itişi- kakışı kendi siyasi söyleminin doğal bir öğesi haline getirerek, aynı zamanda toplumsalın gündelik yaşamının da olağan bir parçası kılan, öncü siyasi, akademik figürlerimiz, sanatçılarımız, sporcularımız var. Efendilerimiz var; efendilerin efendiliklerinin sürmesi için kölelere ihtiyaç var.

Köleleştiriliyoruz. Köle bilincine yerleştiriliyoruz. Sorgulayamayan, kendisine ve içinde yaşadığı topluma mesafelenemeyen, mesafelenemediği için de eleştiremeyen yığınlar haline getiriliyoruz.

Himaye arıyoruz, güç arıyoruz, güçlünün yanında saf tutuyoruz. Üretiliyoruz. Yeni düzenin insanları olarak...

Özgecan Aslan’ı yazmaya durdum aslında. Onu yazamadım, durdum. Özgecan’a, tecavüz ettiler, öldürdüler, yaktılar, gömdüler. Münevver Karabulut’a tecavüz ettiler, parçaladılar, bavulla çöpe attılar. Bu vahşetleri yapanların kim oldukları önemli değil. Bu vahşetler, nasıl ortaya çıkmaktadır, neden belirmektedir gün be gün artarak, katmerlenerek, önemli olan budur. Kuşkusuz ki bu trajediler, çok katmanlı, çoklu belirlenimlerle malul... Ama kavramla ve kuramla akıl yürütmenin, anlamaya çalışmanın, insanın içini soğutamayacağı kadar da, yakın ve yakıcı.

İçimiz yanıyor, usul usul.

Bir şeyi saptayarak, kabul ederek, hatta itiraf ederek bakmamız lazım kadınlara ve toplumun güçten düşürülmüşlerine yönelik her tür şiddeti kavramaya çalışırken: Fiziksel ve cinsel şiddet, toplumsal ilişkiler alanında yerleşik olan ve Türkiye’de de gün geçtikçe derinleşen simgesel şiddetten beslenmektedir. Simgesel şiddet, kullanılan sözcüklerle üretilen anlamlarla başka insanların yapısal bütünlüğüne yönelik ihlalde bulunmak demektir. Onların, yapı bütünlüklerinin sınırlarını aşan, kişiliklerini örseleyen, toplumsal kimliklerini ve onurlarını çiğneyen bütün dilsel ifadeler ile dolaşımdaki söylemler simgesel şiddetin kaynağıdır. Örnekler mi? Son yıllarda o kadar çoğaldı ki, her gün onlarcası çıkıyor karşımıza:

“Toplum içinde kahkaha atmak iffetsizliktir”, “çalışan kadın iffetsizdir”, “anası tecavüze uğruyorsa, çocuk değil anası ölsün”, “kız mıdır kadın mıdır bilmem”, “tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar”, “kadınlar okuyup iş aradığı için işsizlik yüksek”, “kızlı erkekli aynı evde kalıyorlar” ilk akla gelenler.

Topluma yön veren siyasi figürlerin söylemleri içinde fütursuzca ve düşüncesizce beliren bu ifadeler, kadının değerinin azaldığı ve toplumsal yerinin itibarsızlaştığı bir yaşama ikliminin ortaya çıkmasında epey pay sahibidirler. Siyasilerin söylemleriyle tasarımını yaptıkları bu “yeni” toplum düzeni, siyasal iktidardan toplumsal alana doğru güç aktarımının erkekler lehine olduğunu da apaçık göstermektedir.

İşte tam da bu nedenle kadınların maruz kaldığı şiddet, karşılarındaki Ahmet, Mehmet, Ali, Veli’den kaynaklanmamaktadır. Onlar, amiyane tabirle dendiğinde, birer tetikçi gibidirler. Çünkü tetiklenmişlerdir. Uçtaki noktalardır. Onların fiziksel şiddet eylemlerinde somutlaşan sembolik şiddet ise, siyasal alandaki güçlü ve öncü figürlerin cinsiyetçi söylemlerinden, o söylemleri görmezden gelip dışarıda bırakmayan hatta merkez alarak çoğaltan medyanın işleyiş biçiminden; ve elbette üretilen bu cinsiyetçi anlamları sıradan insanların benimseyerek kendi günlük yaşantısına mal etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Özge’lerin Münevver'lerin dramlarında, derece derece fark da olsa, yukarıdan aşağıya, en güçlülerden en güçsüzlere kadar bu toplumun büyük payı vardır. Bu payı üstlenmeyen hiç kimse, emin olalım ki, vicdan sahibi değildir, bundan sonra da olma şansı yoktur.

Peki ya siz efendiler! Hala vicdanınızın sesini duyabiliyor musunuz? Yoksa duyabildiğiniz tek ses, yeni düzenin çarkının işleyiş sesi midir?

    :

    :

    :

    :

    "Düzenin Katilleri" hakkında Tweetler
    YAZARIN DİĞER YAZILARI